4 Ocak 2008 Cuma

Tarih Boyunca Kent

Lewis Mumford. Çev. Gürol Koca, Tamer Tosun. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 2007.

(Kitap Zamanı'nın 16. sayısında yayımlanmıştır.)


Lewis Mumford’un (1895-19909) 1961’de yayımlanan görkemli ve bir o kadar da tartışmalı çalışması Tarih Boyunca Kent, Gürol Koca ve Tamer Tosun’un başarılı çevirisiyle 46 yıl sonra Türkçede.

İlk kez 1996 yılında Makine Efsanesi (1967-70) (Çev. Fırat Oruç) ile Türkçeye çevrilen Lewis Mumford, edebiyat eleştirisinden bölge planlamacılığına yayılan çalışmaları ve çok farklı disiplinlere olan entelektüel hakimiyetiyle 20. yüzyıl Amerikan fikir hayatının aykırı bir figürü. Üniversite eğitimini tamamlamayan, bilimsel uzmanlığa sırtını dönen Mumford kendisini “generalist” diye tanımlarken, Malcom Cowley ona “büyük hümanistlerin sonuncusu” demişti. Tarih Boyunca Kent, yazarın bütün bu nitelemelerin hakkını verdiği abidevî bir yapıt. Sadece 32 sayfalık kaynakçasını bile taramak, Mumford ve yapıtının entelektüel görkemini kavrayabilmemiz için yeterli.

Tarih Boyunca Kent, 725 sayfa boyunca “kökenleri, geçirdiği dönüşümler ve geleceği” ile kent olgusunu anlatıp sorgularken, Avrupa merkezli uygarlık yapılanmalarına dair sıra dışı bir yorum geliştiriyor. Mumford’un önsözde de belirttiği gibi 1938 tarihli çalışması The Culture of Cities’in (Şehirlerin Kültürü) yıkılıp genişletilmesiyle inşa edilen Tarih Boyunca Kent “Batı uygarlığıyla sınırlı”; ancak hiçbir şekilde kendisini yarattığı dev aynasında seyreden pozitivist bir büyük anlatı değil. Bir kültür eleştirisi olmasının ötesinde ciddi bir ahlâk felsefesi de. Nitekim ilk sekiz bölümde (yaklaşık 300 sayfa) antik kentin oluşumunu ele alan Mumford için “köy”, hem başarısız modern kentlerin hastalıklı yapılarını iyileştirebilecek, tarihe içkin bir ütopya hem de insanlığın deneyimlediği ve kentin asıl amacını taşıyan alternatif bir model. “Sur” ise kale kentleri oluşturarak tarih boyunca bu model ya da ütopyayı kesintiye uğratmış en önemli figür. Mumford’a göre noelitik çağın daha adil ve barışçıl bir yaşantıya olanak sağlayabilecek kazanımlarının ardından insanın önünde iki farklı kültürel gelişim yolu vardı: “Köy yolu veya kale yolu; biyolojik terimlerle söyleyecek olursak, ortakyaşam veya yırtıcılık”. Bu bağlamda Mısır ve Mezopotamya uygarlıklarını karşılaştıran yazar, kent tarihine hakîm olanın Mısır’daki daha barışçıl “açık kent” yapılanmasından ziyade, Mezopotamya’daki “daha acımasız” duvarlı kent biçimleri olduğunu söyler: “İçinde barındırdığı şiddetle, çelişkilerle, endişelerle, [...] ‘kenti üretim fazlasının çıkarılmasında ve yoğunlaştırılmasında’ kullanılan bir alete dönüştüren yayılma yolu. Bu ikinci biçim günümüze kadar kent tarihine büyük oranda hâkim olmuştur”.

Mısır ve Mezopotamya’daki kent oluşumlarını tartıştıktan sonra anlatının odağını Yunan “polis”ine kaydıran Mumford, köyün sesine de daha iyi kulak verdiği için sonraki Helen “megapolis”lerinden ziyade kolonileşen Yunan polislerini olumlar. Ancak bu olumlamanın özellikle 19 ve 20. yüzyıl Avrupa kültür hayatına (belki de hâlâ!) hakîm olan Antik Yunan hayranlığıyla uzaktan yakından alakâsı olmadığı gibi Mumford, bu tarihî kurmacanın bir nevi yapısökümünü de yapar. Tarih Boyunca Kent, bembeyaz mermer döşeli yollarda sanatın, bilimin ve felsefenin tohumlarını ekmiş Helen imgesini, yine yanlış bilinen haliyle ortaçağın mikrop saçan kentleriyle değiştirir: “Konuyu çok iyi bilmesi gereken birçok kişi tarafından hâlâ yanlış bir biçimde tasavvur edilen klişeleşmiş ve genelde yanlış ‘ortaçağ kenti’ imgesi, [MÖ] VI. ve V. yüzyılda gelişmekte olan Yunan kentlerini, özellikle de Attike ve Peloponisos’takileri daha doğru tasvir eder. Bu imge, kesinlikle bu kentlere MS XIII. yüzyıl Batı Avrupa’sındaki birçok kentten daha uygundur”.

Manastır, Roma’dan kaçan Hıristiyan aklın ortaçağ şehrini hazırlayan göksel kentidir. Antik kentin kuruluşunda da dinsel merkezlerin ve tapınakların birincil olarak etkin olduğunu düşünen Mumford’a göre manastır, Romalının sahip olmak için çabaladığı her şeye sırtını dönen yeni dinin katkısıyla ortaçağ Hıristiyanapolisini önceler. Ticaret, Mumford’un kent kuramında ikincil durumdadır ve bu bakış açısı kitabın birçok akademisyen ve uzman tarafından eleştirdiği temel noktalardan biridir. Ortaçağı takip eden Barok dönemde kent, “köy” değerlerinden tekrar uzaklaşıp gelişen ticaret, felsefe ve savaş teknolojileriyle savaşın ve kapitalizmin hız verdiği yeni kutsalların iktidarında modernliğe giden yeni Babil olarak gelişir. XIV. bölüm olan “Ticari Yayılma ve Kentin Çözülmesi”, Barok dönemi modern kente bağlar. Barok dönemin tüccarlığı 19. yüzyılın çıkarcılığına dönüşmüştür ve her iki anlayış da hiçbir sosyal ihtiyacı göz önünde bulundurmayan bir kazanç nosyonu gözetir ki bu, ortaçağda suçtur. Modern kent kontrolsüz ve kendi aleyhine genişler. Mumford’a göre Aristoteles’in organik dünyadan öğrendiği en büyük dersi, modern kent planlamacıları es geçmektedir: “Denetimli büyüme dersini”. Bu bağlamda kitabın en ilgi çekici bölümlerinden biri XVI. bölüm olan “Banliyö ve Ötesi”dir. Mumford’a göre çağımız “kentsel yayılmayla ilgili otomatik süreçlerin, hizmet etmeleri gereken insanî amaçları yerinden ettiği bir çağ”dır. Fizik ötesi bir semaviliğe doğru genişleyen “görünmez kent” mekaniğin ve elektroniğin hakimiyetindeki içe patlamalarla insanî var oluşun önünü kesmektedir. İnsan kendini bunlardan korumak için aşırılıklarıyla hayatını mahvedebilecek güçleri kendi biyolojik ve kültürel amaçlarına göre denetimi altına almalıdır.

Tarih Boyunca Kent’in, Soğuk Savaş’ın nükleer bir yarışa dönüştüğü 1961 yılında yayımlandığını tekrar hatırlayacak olursak, Mumford’un tüm yapıta yayılan “apokaliptik” söylemini daha iyi anlayabiliriz. Bunun yanında 19. yüzyıl çizgisel tarih anlayışının ürettiği bilgi formlarıyla hasaplaşmasına rağmen, Tarih Boyunca Kent’in geniş planda Mezopotamya ve Mısır’dan Antik Yunan ve Roma’ya; oradan da Batı Avrupa çağlarını takip ederek Birleşik Devletler’e ilerleyen tanıdık bir çizgisellikle inşa edilmiş olması, yapıtın en temel sorunlarından biri ve Mumford’un sıra dışı hümanist savlarının genelleştirilmesi önünde de büyük bir engel.

Peki ya Osmanlı-Türk şehirleri böyle bir anlatı için daha ne kadar bekleyecek?

Hiç yorum yok: