15 Temmuz 2015 Çarşamba

"Evren ve Oyuncak Arasındaki Uzayda..."*

“There is no other day/ Let’s try it another way/ You’ll lose your mind and play/ Free games for may/ See Emily play.” Pink Floyd’un, Syd Barrett günlerinden emanet, 1967 tarihli single’ı See Emily Play, bildiğimiz ciddi, “progressive” Floyd müziğinden evvel; naif, alaycı ama tekinsiz ve bu yüzden de tipik bir Barrett şarkısıdır. Emily adındaki bir kızın kabaca “dünyada oluş”unu oyun içinden anlatan şarkı, dinleyici bu haybeye çabalamanın anlaşılabilmesi için dışarıdan bir tanıklığa değil, oyuna iştirak etmeye çağırır ki “görmek” ve “oynamak” bu sayede hem dinleyici hem de Emily için eşitlenmiş olur. Bu kızın uyuşturucu etkisi altındaki Barrett’in “gördüğü” bir halüsinasyon ya da UFO Club’da Floyd müziği ile “kendinden geçen” Emily Young olması, şarkıda (yani müzikte) oyun olarak anlatılan dünyanın karakteristiğini değiştirmeyecektir. Ancak Barrett şarkıyı farz-ı muhal “aman sabahlar olmasın olmasın Emily” diye yazsaydı, şarkının karakteristiği değişecek, Emily sonlu bir varoluşun “içinde”, sabahla gelecek başka dünya-içi fenomenlerin “kaygısında”, oyununun içine kapanmışlığıyla “betimlenecek”ti. Ancak bizi oynayıp Emily’i görmeye ve Emily’i de görüp oynamaya çağıran Pink Floyd’un müziği, “insani oyunun kavrayan bir yorumunun hâlihazırda coşkun dünya-açıklığını [kozmopolitliğini] gerektirdiği[ni], yani karanlık da olsa bir dünya bilgisi etrafında hareket etmek zorunda olduğu[nu]” anlatmaktadır sanki diye düşünüyorum. Başka bir deyişle Eugen Fink’in (1905-75), Bir Dünya Sembolü Olarak Oyun’unu okurken düşüncem, See Emily Play fenomenine doğru “böyle” gelişti.
Oyun-dünya-sembol
Kant sonrası fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl’in (1859-1938) öğrencisi ve son on yıldaki çalışmalarının ortağı, Martin Heidegger’in (1889-1976) sıkı bir takipçisi olan Eugen Fink için oyun, onun “kozmolojik formül”ü için kilit önemdedir ki 1960 tarihli kitabın başlığı da bu formülasyonla doğrudan ilgilidir: “Formülasyon sade bir yolla şunu der: ‘Oyun’ ‘dünya’ ile ilgilidir (yani, ne dünya ile özdeştir ne de ondan tamamen farklıdır); bu ilgi de ‘sembol’ kipindedir. Oyun-dünya-sembol, öncelikle, bir bağıntının üç bilinmeyenidir; bu bağıntı bağıntı olarak, formülün özünü oluşturur. Fink’e göre oyun, yaşamın gerçek ciddiyeti karşısında bir “kenar fenomen”i olarak kavranıp, bunaldıkça yapılan çocuksu ya da rahatlatıcı bir insan eylemi gibi anlaşılmamalıdır. “Ciddiyet ile ciddiyetsizlik arasına çekilen sınır, oyun ile oyunsal-olmayan varoluş tutumu arasındaki ayrımla ötüşmez.”
Oyunun dünya-içi bir fenomen olarak kavranmasıyla örtülen daha derin anlamı, var olan olarak insanın, varoluşun bütünü olarak dünyayı anlamaya yönelen coşkun yayılımını işaret eder. Fink’e göre yaşadığımız dünyadaki doğrudan şeylere yönelik gündelik yer tanımlamalarını bilimsel “konum belirlemeler”le yükseltsek bile (oturduğumuz ev yerine güneş sistemini koymak gibi) dünyanın kendisini kazanmış olmaz, sadece daha büyük bir “dünya-içi evren” kazanmış oluruz. Heidegger’i takip ederek Sokrates öncesi filozofların dünya ile diyalog halindeki “karanlık sözlerine” yönelen Fink, insanın Platon sonrası Batı metafiziğinde, Tanrı ile hayvan arasında belirsizleşen Kentauorosvari (mutlak bilginin kaynağı Tanrı’ya yönelme isteği ile hayvani ihtiyaçların belirlediği arzu, kızgınlık ve öfkenin bir arada olması) konumuna itiraz eder. “Dünyanın akışı, oyun taşlarını ileri geri süren, oyun oynayan bir çocuktur, çocuğun bir krallığıdır” diyen Herakles’in dünyanın akışını “oyun oynayan çocuk”a benzetmesi, Fink’e göre insanın, dünya-içi diğer şeylerin dengeli kapanıklığının aksine, “kozmosu donatan, şeylerin değişim ve gidişini düzenleyen o her şeyi getiren ve her şeyi alan temel güce karşı anlayan bir tutum içinde” olmasından kaynaklanır. Kısacası insanın ontolojik konumu, Tanrı ile hayvan arasında olmak bir yana, şiirsel (poetik) gücü dünyanın oyununda temellenen Tanrısallığın dünya-ilişkisiyle benzeşir. Beşerî oyunun önsel kategorilere direnen kavramsal zorluğu, dünya-içi bir fenomen olmasında değil, insanın dünyada-olmasını dolayımlamasındandır. Ancak fenomenolojinin dil öncesine dayanan varlık tasavvuru, Fink’in oyun kozmolojisi için de aynı ikna sorunlarını yaratmaktadır.
Bir Dünya Sembolü Olarak Oyun iyi çevrilmiş bir temel felsefe yapıtı olmasının yanında, Eugen Fink’in de Türkçeye çevrilen ilk kitabı; üstelik de kitap henüz İngilizceye çevrilmiş değil. Fenomenoloji ile ilgilenenlerin kaçırmaması gerekir.  
    *Rilke, “IV. Duino Ağıtı”

"No man is an island entire of itself"

Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, Türkiye’nin tavsayan dış politikasına kılıf ararken “değerli yalnızlık” diye bir kavram ortaya atmıştı. Buna göre Türkiye’nin ahlâki/vicdani olanı esas alan “ilkeli” politikası, meşruiyetini geçici uluslararası dengelerle değil, genelgeçer ve siyaset üstü “tutarlılıklar”la sağlıyordu. Bir zamanlar beraber politika üretilen bir kısım paydaşlarca bu yüzden yalnız bırakılmış olmak, gösterileni Türkiye’ninilkeli duruşu olan “değerli” bir gösteren ve dünyanın artık beşten büyük olmadığına dair önemli bir göstergeydi. Ancak asıl ilginç olan, uluslararası kurumların da “değerlendirme” vasfını paranteze alan bu kerameti kendinden menkul duruşun (aslında iç politikaya yönelik bir Erdoğan hamlesi olması bir yana) sanki Türkiye’ye dair yeni bir pozisyon ortaya koyuyormuş gibi yapmasıydı. Zira “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmadığı” kesin bilgisiyle donanmış 90’lar fütursuzluğu da benzer bir narsisistik çarpıklıkla malûldü.
Gelecek vizyonunu buradan kurgulayan memleketin tarihten anladığı da çok farklı olamazdı elbet. Ötükenin bağrından tek tabanca, dövüşe çarpışa bugünlere gelen Türkiye’nin, tarihi kendine doğru evrilen teleolojik bir destan olarak anlamasının ve Osmanlı tarihini bu destanın içine yerleştirerek kurgulamasının kabaca hep iki yüzü olmuştu. 20. yüzyıl başından itibaren gelişen ve 2000’li yıllarda belirleyiciliğini yitiren filolojik paradigmaya göre Osmanlı tarihi, bu destan ile çok da uyumlu değildi. 1950’lerden sonra gelişen milliyetçi-muhafazakâr görüşe göre ise Osmanlı destanın serlevhası, 1980’den sonra adı Türk-İslam olacak tarihin yüz akıydı. Filolojik paradigma Osmanlı bilgisini öncelikle Arap, Fars, Bizans gibi “dış etkenlerin” failliği üzerinden üretiyor, müstesna fatihlerin biyografilerinden istisnai anlatılar, lazım oldukça nefret edilecek kullanışlı ötekiler devşiriyordu. Filolojik bakışın akademik soğukluğundan nasibini almamış milliyetçi-muhafazakâr görüş ise tarih bilgisini Osmanlı tarihi ile özdeşleşerek üretiyor ve bu sayede İslam tarihini Osmanlılaştırırken, yeri geldikçe de Avrupa tarihini Osmanlı belirleyiciliği üzerinden kendine yontuyordu.
En iyi, ortaöğretim tarih ve edebiyat ders kitaplarından takip edilebilecek bu ikili salınım akademik tarihçiliğe de (edebiyat tarihçiliği dâhil) yansıyordu elbet. Ancak 1999 yılına doğru bir kırılma yaşandığını ve Osmanlı tarihinin politik angajmanların belirleyiciliğinden nispeten uzak, kendi bağlamında değerlendirilen bir araştırma alanı olarak öne çıkmaya başladığını da biliyoruz. Belki de bu yüzden, tam da o dönemde, Amerika ve Avrupa üniversitelerinde hâlihazırda böyle seyreden Osmanlı tarihçiliğine doğru bir yönelimin başladığını, mevcut birikimin nitelikli lisansüstü programlarda bir canlanmaya yol açtığını da söyleyebiliriz. Yine o dönemde Türkiye’ye dönen/gelen Şerif Mardin, Standford Shaw, Halil İnalcık ve Kemal Karpat gibi önemli isimlerin çalışmalarına ilginin arttığını ve çeviri faaliyetlerinin hızlandığını da. Nitekim yazımızın konusu olan Osmanlı ve Dünya: Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri adlı kitabın çevrilmesi de o dönemde olmuştu.
2000 yılında Ufuk Kitapları’ndan, Mustafa Armağan’ın editörlüğünde yayımlanan çalışmanın beşinci baskısı, Kemal Karpat külliyatını 2009 yılından beri bir araya getirmeye çalışan Timaş Yayınları’nca yapıldı. Bu yeni baskıya yazdığı önsözde kitabın yayımlanış sürecini de anlatan Armağan, 1999’daki etkinlikler için Türkiye’ye gelen Kemal Karpat’tan o sırada Brill’den yeni çıkan ve tam da Osmanlı tarihine dair değişmekte olan bağlamı tartışan Ottoman Past and Today’s Turkey derlemesini çevirmek için izin istediğini, ancak birtakım telif sıkıntılarını gerekçe gösteren Karpat’ın, kendisine 1974 yılında yine Brill’den çıkan The Ottoman World and its Place in World History’yi önerdiğini belirtiyor. Bu rastgele yapılmış bir öneri değil şüphesiz; zira iki kitap arasında tamamlayıcı bir ilişki var. 2000 yılında yayımlanan Ottoman Past 1996’da Wisconsin Üniversitesi’nde aynı başlıkla düzenlenmiş konferanstaki bildirilere, Osmanlı ve Dünya da yine Wisconsin Üniversitesi’nde 1971 yılında düzenlenen The Ottoman World konferansındaki bildirilere dayanıyor.
Ottoman Past’e yazdığı giriş yazısına Osmanlı ve Dünya’nın 1974’teki yayımlanma sürecini anlatarak başlayan Karpat, çalışmanın Birleşik Devletler ve Avrupa’da ilgi görmesine rağmen Türkiye’de sessizlikle karşılandığına, kitabın yayımlanışından on küsur yıl sonra gelen çeviri taleplerinin ise “Osmanlıcı” (biz onu “gerici” diye anlayalım) yaftalamaları ile engellendiğine değiniyor. Yazısının devamında Türklerin, kendi Osmanlı geçmişi ile “buluşmasının” sancılı ama  doğru yönde bir süreç olarak nasıl geliştiğini anlatan Karpat, genel olarak Ottoman Past’i bastırılmış süreklilikleri farklı araştırma alanlarında açığa çıkaran bir kaynak eser olarak tasarlamış. Hatta şunu da söyleyebiliriz: Ottoman Past, Osmanlı ve Dünya’da bir araya gelen öncü bilim insanlarının çalışmalarının nasıl kurucu bir vasıf üstlendiklerini de gösteriyor. Bu bağlamda Osmanlı ve Dünya’nın, Osmanlı-Türkiye tarihi geçişkenliklerine odaklanan selefine kıyasla, imparatorluğun 1970’ler dünyasındaki “değerli yalnızlığına” müdahil olmayı amaçladığını söylemeliyiz. Nitekim Karpat da çalışmaya yazdığı “Giriş” yazısının ilk iki cümlesinde bu durumu şöyle ortaya koyuyor: “Osmanlı tarihi, tarih araştırmalarının üvey evladıdır. Dünya tarihi hakkında yazılan pek çok kitap ve özgül olarak Avrupa ve Asya ile ilgili olan pek çok çalışma, Osmanlıları görmezden gelmeye veya onlara sadece geçerken kısa bir bölüm veya üç beş beylik kanaat tahsis etmeye devam etmektedir.”
2000 yılındaki Türkçe çeviriye yazdığı önsözde ise Karpat, kitabın  imparatorluğu yerleştirmek istediği tarihsel düzlemi şöyle özetlemiş: “Gerçekten de kuruluşundan çöküşüne kadar Osmanlı Devleti, çevresinde bulunan büyük güçlerle devamlı ilişkiler kurarak, gereğinde anlaşarak, gereğinde çarpışarak altı yüzyıllık varlığını sürdüregelmiştir. Bizans Devleti’nin vârisi olarak kendini Roma Kilisesi’nin karşısında bulmuş ve bu kilisenin siyasi gücünü kaybetmesinde çok etkili olmuştur. Başka bir deyişle Avrupa’da millî devletlerin ortaya çıkışını kolaylaştırmıştır.”
Aradan geçen kırk yıla rağmen kıymetini koruyan Osmanlı ve Dünya’nın, bir an önce çevrilmesini beklediğimiz Ottoman Past ile beraber okunması dileğiyle…  

17 Mart 2015 Salı

Yaşlanıyor Yaşlanmakta Olan

        Biz 90’ların ergenleri, o malum yıllar boyunca Türkiye’nin “genç” nüfusunun ve bu “dinamik” nüfusun sağlayacağı ekonomik, demografik ve politik avantajların, hızla “yaşlanan” köhne Avrupa karşısında sağlayacağı kerameti kendinden menkul başarıların hâyali ile hazırlandık 2000’li yıllara. Öyle ya, yaşlı Avrupa etrafında iş yapacak genç nüfus bulamayınca yetişin Türkler diye aman verecek, biz de o hızla (velev ki Avrupa Birliği marifeti ile olsun) Viyana’dan ağrı Paris senin, Londra benim kutlu ve kolay fethimizin şanını sürecektik. Lâkin Gümrük Birliği’nin heyecanlandırdığı Çiller hükümetlerinin, “Türkiye 2001, başarı bizimledir” sloganı kulaklarda nağme, ceplerde sigara olarak kaldı.
Beklenen fetih gerçekleşmediği gibi Avrupa’dan ümidi kesip yaşlanan nüfusumuzun derdine düşen devletlüler, bu sefer de 3 çocuk seferberliği başlattılar ki teşvikler o biçim. Zira yıllarca en büyük hazinemiz olarak övünmekten başka hiçbir şey yapmadığımız bu gençlik, Trakya’dan salsak Yunanistan’ı işgâl ederler diye fetih fantezilerine meze yaptığımız okullu nüfus artık otuzlu yaşlarında, evli, vasıfsız / memur ama en az 13 yaşındaymışcasına da ergen! Ve şimdi onlardan beklenen, memleketin sünmüş demografik eğrisine üreyerek can vermeleri. Ufuklarında “ara elemanlık” / sigortalı iş / memurluk olan bu kitlenin yaşlılığının (yani emekliliğinin) doğuracağı yük, ancak bu şekilde telafi edilebilir zira… En azından Yeni Türkiye bu minval üzre üretilen politikalarla “yaşlanıyor”…
Peki o köhnemelere, yaşlanmalara doymayan Avrupa ne yapıyor? Birliğin entegrasyon ve nüfus politikalarını paranteze alırsak, bu yaşlı nüfusun doğurduğu “yükle” nasıl başa çıkıyor? Ülkemizde gerontoloji denince akla gelen ilk isim olan İsmail Tufan, Türkiye’de Yaşlılığın Yapısal Değişimi başlıklı çalışmasında, endüstrileşmiş devletlerin mevcut yaşlılık politikalarının da izini sürerek hem yukarıdaki sorulara cevap veriyor, hem de Türkiye özelinde değişen yaşlılık algısının hangi politikalara ihtiyaç duyduğunu ortaya koyuyor. Kitabın tezi gayet açık: Türkiye’nin “yaşlılık” algısındaki değişim, sadece genç nüfus artışını teşvik eden mevcut yüzer gezer politikalarla yönetilemez; yaşlılığın ne olduğunu yeniden tanımlayan ciddi bir paradigma değişimine ihtiyaç var!  
Kitaptan ve gerontolojinin ne olduğundan bahsetmeden evvel, kısaca da olsa bu alana çok büyük emek vermiş İsmail Tufan hakkında bir iki söz söylemekte fayda var. Tufan, Almanya’daki Osnabrück Üniversitesi Vetcha Fakültesi Gerontoloji Bölümü’nü bitiriyor. Lisans düzeyindeki bu eğitimi psikoterapi ve pedagoji  eğitimi ile de destekleyerek uzun yıllar Almanya’da gerontoloji alanında çalışmalar yapan Tufan, 2006 yılında Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne bağlı olarak Türkiye’nin ilk gerontoloji bölümünü kuruyor. Hâlen aynı bölümde öğretim üyesi olarak çalışan Tufan, TÜBİTAK tarafından desteklenen Türkiye Gerontoloji Atlası araştımasını sürdürüyor. 
Belki tam da burada bir “edebiyat fakültesi” dahilinde açılan “gerontoloji”nin nasıl bir araştırma alanı olduğundan bahsetmeliyiz. Son derece zengin bir ikincil kaynak literatüründen faydalanan Tufan’ın çalışmasında gerontoloji için ilk elde şöyle bir sınır tanımlanıyor: “Gerontoloji; yaşlanma ve yaşlılığın bedensel, psişik, sosyal, tarihsel ve kültürel yönlerinin tarifi, açıklaması ve modifikasyonu ile ilgilenir. Yaşlanma açısından önemli ve yaşlılığı yapılandıran çevreler ve sosyal kurumlar da buna dahildir.” Bir sosyal bilimler disiplini olarak gelişen gerontolojinin, yaşlılığı sadece tıbbî bir mesele olmaktan çıkaran, yaşlıyı içinde yaşadığı toplumun aktif ve eş değerli bir üyesi olarak sınıflayan melez bir alan olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de Yaşlılığın Yapısal Değişimi bu melez alana sosyoloji temelli yaklaşan önemli bir “giriş” çalışması. İçinde benim de olduğum alan dışı genel okurun, gerontolojinin çalışma saiklerini kavraması açısından da son derece faydalı bilgiler içeriyor. 
İsmail Tufan çalışması boyunca “sosyal bir sistem” olarak tanımladığı toplumun genel yapısından ziyade, yaşlılığın bu sosyal sistem içindeki yapısal dönüşümlerine odaklanıyor. Her bir yaşlının ayrı ayrı sahip olduğu potansiyel trajedi ya da mucizelere değil de, bir sosyal sorun olarak yaşlılığın toplumsal düzlemdeki yerini saptamaya çalışan yazar, geliştirdiği “Tufan Çark Modeli” ile de bu sorunların tespiti ve çözümü için yapısal bazı öneriler de getiriyor. Çalışmasına yazdığı önsözde de belirttiği gibi yaşlılık ayrı ayrı toplumların yarattığı bir kategori ve yaşlılar bu kategorinin bir parçası. Dolayısıyla sorunların tespiti ve çözümü için toplumsal düzlemde işleyen makro analizlere ihtiyaç duyuluyor çünkü temel sorun, yaşlılığın sosyal sistem olarak tanımlanan topluma entegrasyonu. 

Ancak bu makul teorik çerçeve, yine de Türk toplumu adı altında işleyen tek bir sosyal sistemin ne kadar mevcut olduğu gibi genel bir takım sosyolojik meseleleri de akla getiriyor. Tufan her ne kadar “burada sosyal sistem olarak toplumun genel yapısına değil, sadece gerontolojinin perspektifinden yaşlılığın yapısal değişimlerine bakılacak” dese de, yaşlılığın entegrasyonu konusu, öncelikle bütüncül / sağlıklı bir sosyal sistem arayışını da beraberinde getirmeli. Kırsal / geleneksel ve yüzergezer cemaat örgütlenmelerinden, şehirli / modern ve istikrarlı bir cemiyete dönüşemeyen; sürekli yenilenen keskin hatlarla ayrışan ve farklı dönemlerde bizzat devlet eliyle farklı ötekileştirme mekanizmalarıyla tanımlanan bu büyük kitlenin “homojen” bir “yaşlılık” kategorisi üretmesi elbette çok zor. Kendi mevcudiyetinin devamlılığını bu parçalı yapının korunmasında gören AKP hükümetlerinin, günü kurtarmaya ve dolayısıyla bu sürdürülemez “yapı”dan nemalanmaya yönelik “yardım” politikalarıyla ne kadar daha devam edilebilir bilemiyorum. Yaşlanmanın bir nevi hastalıklar dönemi olarak görüldüğü ve yaşlılılara karşı geliştirilen bol belagatli ahlâki tutumların bayramda el öpmek, hastalanınca hastaneye götürmek (tedavi edilmelerini sağlamakla karıştırmayalım) döngüsünden çıkamadığı memleketimizde, ciddi ve acil uzun erimli politikalara ihtiyaç var ve Tufan’a göre bu ancak gerontolojik bilgi eksikliğinin her alanda  giderilmesi ile mümkün. Türkiye’de Yaşlılığın Yapısal Değişimi çok hayran olduğumuz, bizi çok tatmin eden mevcut ahlâki tutumlarımızı bir kenara bırakıp yaklaşmakta olanla “mertçe” ve “samimi” bir şekilde yüzleşmemizi öneriyor. Tavsiye olunur…

Tarih Yazılan Bir Şeydir

       İnsan bilimleri arasında “tarih”in çok özel bir yeri var. 19. yüzyıl Almanya’sında başlayan ve “tarih”e akademik bir disiplin olarak önemli bir yer açan belge merkezli ampirik tarihçilik idealleri bir yana, insanın kültür üreten doğasını daha iyi kavramak için “tarih”le uğraşmaya mecburuz. Tam da bu yüzden tarih, basitce bir geçmiş anlatısı olmaktan çok daha fazlasını içeren, dinamik ve çatışmalı bir “yerleştirme” çabası. Bu çabanın belgelenebilir olduğu hemen her aşamada zorunlu olarak “anlatı” ve dolaylı olarak da bir “tür” meselesi ile karşılaşıyoruz. Dil, dünya ve belge arasındaki pozitif saydamlığa dayanan ampirik tarihçiliğin, büyük yazarlarca abidevi yapıtlar üreten bilimselci yaklaşımı, tarihin anlatısallığını belgenin ürettiği hakikat ile aşarken; çatışma ancak belgenin güvenilirliği ya da yeni belgelerin olası güncellemeleri dolayımında çıkıyordu. Her türlü belgenin içerdiği çeşitli zorluklar, gerekli filolojik yetkinlik ve sabır, tarihçinin bir nevi hakikat habercisi olarak sağladığı otoriteyi destekler ve ortaya çıkan yerleştirmenin (zamanda, mekanda, dilde, kültürde) anlatısallığı kolaylıkla gözden kaçabilir. Dilbilimsel dönemecin (lingustic turn) üzerinden geçen yarım asra rağmen özellikle Osmanlı tarihçiliğindeki baskın metodolojinin bu olduğunu ve tarihyazımına dair sınırlı teorik tartışmaların ayrı bir alanda kendi seyrine bırakıldığını söyleyebiliriz.  
Ancak söz konusu durum tarihçiliğin bu baskın karakterini dengeleyen başka türlü çalışmaların olmadığı anlamına da gelmiyor. Editöryal bir derleme olan Osmanlı Sarayında Tarihyazımı, son yıllarda artarak karşımıza çıkan bu nitelikli örneklerden bir tanesi ve kitaba katkı sunan araştırmacılar da yine bu yöndeki üretimleri ile bilinen değerli akademisyenler. Erdem Çıpa ve Emine Fetvacı’nın derlediği kitap, 2009 yılında Indiana University Bloomington’da Osmanlı tarihyazımı üzerine yapılan bir sempozyumda sunulan bildirilerin gözden geçirilmiş hâllerinden oluşuyor. 2013 yılında Writing History at the Ottoman Court: Editing the Past, Fashioning the Future adı ile yayımlanan bu değerli çalışma, Mete Tunçay’ın çevirisi ile Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından yayınlandı. 
İlk elde dikkati çeken elbetteki farklı başlık tercihlerinin ortaya çıkardığı önemli nüanslar. İngilizce başlıkta, tarihin anlatısallığı, onun yazı yoluyla icra edilen bir kurmaca olduğunu ima eden altbaşlık ile iyice vurgulanırken, Türkçe başlıkta bitişik yazılan “tarihyazımı” metodoloji standartları karşılığında kullanılan “historiography”yi çağrıştırıyor. “Geçmişi düzenlemek”, “geleceği biçimlendirmek” gibi önermelerin tarihsel anlatı ve hakikat arasındaki mesafeyi dolduran öznelerin rollerini dikkate aldığı ve kitapta Osmanlı tarihyazımının benzer bir dizi perspektifle ele alındığını işaret ettiği açık. Lâkin aynı açıklık Osmanlı Sarayında Tarihyazımı gibi standart bir başlıkta mevcut değil, kaldı ki ilgili alt başlık kitabın orijinal adının belirtildiği künyede dahi es geçilmiş. Bu bir tercih midir, tercihse kime aittir bilmiyoruz. Yayınevinden kaynaklı editöryal bir tercihse, Osmanlı tarihyazımına dair mevcut kuramsal limitler göz önünde bulundurularak, çalışmanın betimlemeci (deskriptif) yönü öne çıkarılmak istenmiş olabilir ki büyük oranda 15 ve 16. yüzyıllardaki önemli birincil kaynakların değerlendirildiği çalışmanın bu yönü de gayet doyurucu. 
Osmanlı Sarayında Tarihyazımı’nın bir diğer yönü, kitabın Türkiye dışında, ağırlıklı olarak Birleşik Devletler’de icra edilen Osmanlı tarihçiliğinin ürünü olması. Bilgi üretimi ve paylaşımının İngilizce olarak yapıldığı bu dünyanın şüphesiz ki çok değerli bir Türkiye bağlamı da mevcut. Yine de çeviri faaliyetlerinin doğal sınırlılığını da hesaba kattığımızda ortaya zaman zaman farklı gündemleri, farklı araştırma yöntemleri ve farklı dilleri olan paralel cemaatler çıkıyor. Bir tarafın daha evrenselci yönelimlerine karşılık, diğer tarafın araştırmalarını sahiplenme / özdeleşme çizgisinde sürdürdüğünü gözlemliyoruz. 
Osmanlı Sarayında Tarihyazımı, Osmanlı kimliğinin, anlatı yoluyla kendisini anlamlandırmasına ve dünya-tarihsel bir düzleme yerleştirmesine dair bir dizi analiz ve yorumundan oluşuyor. Hakan Karateke’nin “On Dokuzuncu Yüzyıl Osmanlı Tarihyazımında Yeni Dönemler” başlıklı makalesi dışındaki bütün yazılar, 1402 Ankara Savaşı’nın yarattığı meşruiyet krizleri ile Kanûnî Sultan Süleyman saltanatının meşruiyeti etrafında rekabet eden farklı dünya- tarihsel modellerin (dolayısıyla farklı politik tahayyüllerin, cemaatlerin) ürettiği kimlik ve anlam örüntülerine odaklanıyor. Kaynakların sorunsallaştırılmasına, farklı türdeki anlatı ve görsellerin ilgili öznelerin tarihsel imgelemleri tarafından nasıl işlevselleştirildiğini ortaya koyan temel metodolojik yaklaşımın yine bütün yazılar için geçerli olduğunu belirtebiliriz. 
Çıpa ve Fetvacı kitaba yazdıkları önsözde, tarihsel imgelemin Osmanlılar üzerindeki etksinin çok derin olduğunu ve mevcudiyetlerini (“şimdi”yi) yazınsal ya da tarihsel model terimleriyle gördüklerini belirterek, “kendi çağlarının İskender’leri ya da (Hz.) Süleyman’ları olan Osmanlı hükümdarlarından ve onları Süleyman’ın vezirleriyle ilişkilendiren ‘Asaf’ adlı başvezirlerden söz edildiğini okuyoruz” diyorlar. Tarihin, şimdinin ya da gerçekliğin bu şekilde kavranması bir “tarihsel modellerle düşünme” meselesinin yanında, Osmanlı kimliği bağlamında tanımladığımız öznelerin kendilerini ve eylemlerini yerleştirdikleri tarihsel alanı nasıl tasarladıkları ile de ilgili. Osmanlı Sarayında Tarihyazımı’ndaki makaleler “dünyada olup bitenlerle ilgili bir ‘Osmanlı’ anlayışını ya da ‘Osmanlı’ kültürel veya siyasal güdülerini ve çıkarlarını yansıttlıkları düşünülen metinleri, olayların çok özgül bileşimlerine tepki gösteren bireylerin, sosyal toplulukların ya da siyasal hiziplerin güdülenmelerine bağlıyor”. 

Dimitris Kastritsis, Baki Tezcan, Kaya Şahin, Tijana Krstic, Giancarlo Casale, Fatma Sinem Eryılmaz ve Hakan Karateke’nin yazılarından oluşan bu değerli kitap, Osmanlı tarihyazımı ve genel olarak Osmanlı tarihçiliğine ilgi duyanların kayıtsız kalmaması gereken özgün bir çalışma. Farklı disiplinlerden ve ilgi alanlarından beslenen bir dizi “okuma” bir araya gelince ortaya çıkan kültürel dizgeleri ve örüntüleri izlemek de ayrıca keyifli..