Hegel (1770-1831)’e dair yapacağımız üstün
körü bir google taraması, bizi onun son iki yüz yılın en etkileyici Avrupalı
düşünürü ve moderniteyi düşüncesinin nesnesi yapmış ilk büyük filozof olarak
anlatan irili ufaklı yazılarla karşılar. Bu yazılar beylik tez-antitez-sentez
hikâyelerini bir tarafa bırakacak olursak, bir yerde “sol Hegelcilik” üzerinden
genç Karl Marks (1818-83)’a, başka bir yerde Alexandre Kojeve (1902-68)’nin Tinin Fenomenolojisi (1807) okumalarında
sistematikleşen “efendi-köle diyalektiği”ne, başka bir yerde ise “tarihin sonu”
ve “devlet kavramı” arasındaki canlı post-kolonyal tartışmalara varır. Hegelci
düşünce sisteminin, kendisini ansiklopedik bir “wissenschaft” olarak
sistematikleştirmeye çalışan karmaşık ve üretken yapısı, bütün bu tartışma ve
yorumlar için gerekli verileri ve fazlasını sağlar. Ancak bu göz kamaştırıcı ve
Tinin Fenomenolojisi için söylediği
gibi okunmaktan çok hakkında konuşulan sistemin ardında başka bir anlatı,
yaşamış bir insanın biyografisi de yer alır. Bu durum Hegelci felsefenin,
George Wilhelm Friedrich Hegel’in gündelik failliğine indirgenmesi anlamına
gelmez; bilâkis Fransız, Amerikan (ve hatta Haiti) devrimlerinin doğrudan
değiştirdiği Dünya ve Avrupa sahnesinin, “bildung” ideallerine sıkı sıkıya
bağlı özbilinçli bir gözlemcisi olarak yetişmiş filozofunu doğru anlamamız için
gerekli önkoşulu sağlar. Terry Pinkard’ın, Mehmet Barış Albayrak tarafından çok
başarılı bir şekilde Türkçeye kazandırılmış 740 sayfalık abidevi çalışması Hegel, bize tam da bunu gösteriyor,
nitelikli bir biyografinin velev ki Hegel gibi başat bir Avrupa figürü üzerine
yazılmış olsun, nasıl temel bir kaynak olabileceğini.
Georgetown Üniversitesi öğretim üyesi olan
Pinkard, araştırma alanını Kant sonrasından günümüze kadar gelişen Alman
felsefe geleneği olarak belirlemiş Amerikalı bir akademisyen. II. Dünya Savaşı
sonrası Anglo-Amerikan düşünce dünyasına Hegel gibi bir figürün ne kadar ilgi
çekici gelebileceği, Karl Popper’ın (1902-94) Açık Toplum ve Düşmanları (1945) ile ortaya konmuştu. Üzerinden
yaklaşık bir elli yıl geçtikten sonra, Pinkard’ın çalışmaları bu “ilgi”nin daha
doğru bir kanala yöneldiğini gösteriyor. Kişisel internet sitesinde Pinkard,
hem Alman felsefe geleneğinin tarihsel olarak nasıl şekillendiği, hem de
günümüz düşünce dünyasına hâlâ ne kadar çok şey ifade ettiği ile ilgilendiğini
belirtmiş. 2000 yılında yayımlanan Hegel:
A Biography onun dördüncü kitabı ve ikisi bundan evvel biri de bundan sonra
olmak üzere Hegel üzerine yazdığı üç kitabı daha mevcut. Ayrıca Tinin Fenomenolojisi’nin yeni bir
İngilizce çevirisini de yapan Pinkard, kişisel internet sayfasına bu çevirinin
taslağını Almanca aslı ile birlikte koymuş, isteyen ücretsiz olarak indirip
kullanabiliyor. 2012 yılında tamamlanması beklenen bu çalışma henüz yayımlanmamış.
Pinkard’ın ayrıca 1760-1860 Alman Felsefesi üzerine The Legacy of Idealism (İdealizmin Mirası) başlıklı önemli bir
çalışması daha var. Bütün bu bilgileri kitabın bağlamını tasavvur etmek ve
biraz da Pinkard’ı araştırma nesnesinin büyüklüğü arkasında kaybetmemek için
aklımızda tutalım.
On beş bölümden oluşan Hegel’de Pinkard, “Eski Württemberg” Sttugart’ında doğan ve ilk
gençliğini geçiren filozofun, “modern devlet”in / Prusya’nın başkenti Berlin’de
biten yolculuğuna dair tarihsel bağlamı, biyografik malzemeyi ve sürekli
gelişen Hegelci düşünce sistemini, birbirleri için ve birbirleri içinde var
olan bir bildung süreci şeklinde organize ediyor. Bu bağlamda Hegel’in Napolyon
savaşlarının ortasında devrim taraftarı bir filozof olarak kendisini
yetiştirmesi, ve Kant sonrası idealist felsefeyi “modern çağın kendisini
kavrayacak” rasyonel / seküler bir sistem için revize etme çabasını kitabın temel
olay örgüsü olarak belirleyebiliriz.
Hegel’de
Pinkard, özellikle tarihsel bağlama ikili bir işlevsellik yüklüyor. Metnin bir
tarih anlatısı olarak sahnelediği zaman aralığına ait, nesnesinin bakış açısının
üstündeki Avrupa manzarasını hem anlatı sürekliliğinin ayrılmaz bir parçası
yapıyor (yani metni bir Avrupa tarihi olarak da işlevselleştiriyor), hem de bu
çatışmalı manzarayı, Hegelci düşünce sistemini inşa eden filozofun özbilinç
sürecinin (entelektüel tarihinin) başat nesnesi olarak anlatıyor. Kutsal Roma
İmparatorluğu’nun belirlediği geleneksel Alman yaşantısının ve dağınık siyasal
görünüşün Fransız devrim ateşiyle yeniden şekillenmesi, Napolyon’un şahsında
cisimleşen insan özgürlüğüne dair umudun, savaşların getirdiği yıkımla yer
değiştirmesi, saç kesimine kadar koyu bir Napolyon sempatizanı olan Hegel’in
kariyerini etkiliyor şüphesiz, ancak Pinkard’a göre bizatihi Hegel’in felsefesi
bütün bu sürecin (Hegel buna “Geist” yani “Tin” diyor) geldiği devrimci bir ana
da karşılık geliyor.
Hegel’de işlenen biyografik malzeme tam
da bu bağlamda, Hegelci düşüncenin özgün ve biricik görüntüsünü romantik deha
nosyonunun ardına gizlemek yerine sosyolojik ve psikolojik açıklama modelleri
ile geliştiriliyor. Tübingen’deki teoloji (ilahiyat) okulundan arkadaşları
Hölderlin (1770-1843) ve Schelling (1775-1854) ile olan arkadaşlıkları,
kendisini parasız ve depresif bir hâlde iken önce Jena’dan sonra da gazete
editörlüğü yaptığı Bamberg’den kurtaran Niethammer (1766-1848) ile olan
ilişkisi samimi, üretken entelektüel dostlukların öğretici hikâyesi olarak da
okunabilir kuşkusuz. Ancak Pinkard’ın ustalıkla organize ettiği olay örgüsü
içinde Hegel’in hep ricacı taraf olduğu bu dostluk ilişkileri, özellikle 1816’da
Heidelberg’den gelen teklif ile en sonunda elde ettiği üniversite kadrosunun
ardından hızla geriliyor ya da Hegel’in eski talepkâr günlerinin sıcaklığından
uzaklaşıyor. Yine Pinkard’ın kurgusu içinde Hegel, 46 yaşında elde edebildiği
maaşlı kadrosuna kekeme ve muğlak ders anlatımı yüzünden bu kadar geç
kavuşuyor. Özellikle topluluk önünde konuşma güçlüğü çeken Hegel’in bu sorunun
kaynağı olarak annesinin ölümü ardından geçirdiği ciddi hastalık sonucu
yaşadığı konuşma güçlüğü ima ediliyor. Pinkard’ın çalışması bu tarz anekdotlar
bağlamından hayli zengin.
Son olarak kitapta Hegel’in felsefi çalışmalarını
açıklayan bölümlerin kendi içinde bir bütünlük taşıdığını da belirtelim.
Hegelci düşüncenin spekülatif zorlukları ile uğraşmak istemeyen genel okur için
bu beş bölümü atlamak herhangi bir okuma güçlüğü yaratmıyor. Ayrıca metnin son
derece başarılı çevirisi girift Hegel kavramlarını olabildiğince nüfuz
edilebilir kıldığından, bu bölümler de genel bir Hegel bilgisi için son derece
elverişli. Kısacası Hegel, konuyla
ilgilenenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken bir başvuru eseri ve okurlarını
bekliyor. Emeği geçen herkese teşekkürler.