19 Nisan 2013 Cuma

Filozof ki Yetişmekte




Hegel (1770-1831)’e dair yapacağımız üstün körü bir google taraması, bizi onun son iki yüz yılın en etkileyici Avrupalı düşünürü ve moderniteyi düşüncesinin nesnesi yapmış ilk büyük filozof olarak anlatan irili ufaklı yazılarla karşılar. Bu yazılar beylik tez-antitez-sentez hikâyelerini bir tarafa bırakacak olursak, bir yerde “sol Hegelcilik” üzerinden genç Karl Marks (1818-83)’a, başka bir yerde Alexandre Kojeve (1902-68)’nin Tinin Fenomenolojisi (1807) okumalarında sistematikleşen “efendi-köle diyalektiği”ne, başka bir yerde ise “tarihin sonu” ve “devlet kavramı” arasındaki canlı post-kolonyal tartışmalara varır. Hegelci düşünce sisteminin, kendisini ansiklopedik bir “wissenschaft” olarak sistematikleştirmeye çalışan karmaşık ve üretken yapısı, bütün bu tartışma ve yorumlar için gerekli verileri ve fazlasını sağlar. Ancak bu göz kamaştırıcı ve Tinin Fenomenolojisi için söylediği gibi okunmaktan çok hakkında konuşulan sistemin ardında başka bir anlatı, yaşamış bir insanın biyografisi de yer alır. Bu durum Hegelci felsefenin, George Wilhelm Friedrich Hegel’in gündelik failliğine indirgenmesi anlamına gelmez; bilâkis Fransız, Amerikan (ve hatta Haiti) devrimlerinin doğrudan değiştirdiği Dünya ve Avrupa sahnesinin, “bildung” ideallerine sıkı sıkıya bağlı özbilinçli bir gözlemcisi olarak yetişmiş filozofunu doğru anlamamız için gerekli önkoşulu sağlar. Terry Pinkard’ın, Mehmet Barış Albayrak tarafından çok başarılı bir şekilde Türkçeye kazandırılmış 740 sayfalık abidevi çalışması Hegel, bize tam da bunu gösteriyor, nitelikli bir biyografinin velev ki Hegel gibi başat bir Avrupa figürü üzerine yazılmış olsun, nasıl temel bir kaynak olabileceğini.
Georgetown Üniversitesi öğretim üyesi olan Pinkard, araştırma alanını Kant sonrasından günümüze kadar gelişen Alman felsefe geleneği olarak belirlemiş Amerikalı bir akademisyen. II. Dünya Savaşı sonrası Anglo-Amerikan düşünce dünyasına Hegel gibi bir figürün ne kadar ilgi çekici gelebileceği, Karl Popper’ın (1902-94) Açık Toplum ve Düşmanları (1945) ile ortaya konmuştu. Üzerinden yaklaşık bir elli yıl geçtikten sonra, Pinkard’ın çalışmaları bu “ilgi”nin daha doğru bir kanala yöneldiğini gösteriyor. Kişisel internet sitesinde Pinkard, hem Alman felsefe geleneğinin tarihsel olarak nasıl şekillendiği, hem de günümüz düşünce dünyasına hâlâ ne kadar çok şey ifade ettiği ile ilgilendiğini belirtmiş. 2000 yılında yayımlanan Hegel: A Biography onun dördüncü kitabı ve ikisi bundan evvel biri de bundan sonra olmak üzere Hegel üzerine yazdığı üç kitabı daha mevcut. Ayrıca Tinin Fenomenolojisi’nin yeni bir İngilizce çevirisini de yapan Pinkard, kişisel internet sayfasına bu çevirinin taslağını Almanca aslı ile birlikte koymuş, isteyen ücretsiz olarak indirip kullanabiliyor. 2012 yılında tamamlanması beklenen bu çalışma henüz yayımlanmamış. Pinkard’ın ayrıca 1760-1860 Alman Felsefesi üzerine The Legacy of Idealism (İdealizmin Mirası) başlıklı önemli bir çalışması daha var. Bütün bu bilgileri kitabın bağlamını tasavvur etmek ve biraz da Pinkard’ı araştırma nesnesinin büyüklüğü arkasında kaybetmemek için aklımızda tutalım.
On beş bölümden oluşan Hegel’de Pinkard, “Eski Württemberg” Sttugart’ında doğan ve ilk gençliğini geçiren filozofun, “modern devlet”in / Prusya’nın başkenti Berlin’de biten yolculuğuna dair tarihsel bağlamı, biyografik malzemeyi ve sürekli gelişen Hegelci düşünce sistemini, birbirleri için ve birbirleri içinde var olan bir bildung süreci şeklinde organize ediyor. Bu bağlamda Hegel’in Napolyon savaşlarının ortasında devrim taraftarı bir filozof olarak kendisini yetiştirmesi, ve Kant sonrası idealist felsefeyi “modern çağın kendisini kavrayacak” rasyonel / seküler bir sistem için revize etme çabasını kitabın temel olay örgüsü olarak belirleyebiliriz.
Hegel’de Pinkard, özellikle tarihsel bağlama ikili bir işlevsellik yüklüyor. Metnin bir tarih anlatısı olarak sahnelediği zaman aralığına ait, nesnesinin bakış açısının üstündeki Avrupa manzarasını hem anlatı sürekliliğinin ayrılmaz bir parçası yapıyor (yani metni bir Avrupa tarihi olarak da işlevselleştiriyor), hem de bu çatışmalı manzarayı, Hegelci düşünce sistemini inşa eden filozofun özbilinç sürecinin (entelektüel tarihinin) başat nesnesi olarak anlatıyor. Kutsal Roma İmparatorluğu’nun belirlediği geleneksel Alman yaşantısının ve dağınık siyasal görünüşün Fransız devrim ateşiyle yeniden şekillenmesi, Napolyon’un şahsında cisimleşen insan özgürlüğüne dair umudun, savaşların getirdiği yıkımla yer değiştirmesi, saç kesimine kadar koyu bir Napolyon sempatizanı olan Hegel’in kariyerini etkiliyor şüphesiz, ancak Pinkard’a göre bizatihi Hegel’in felsefesi bütün bu sürecin (Hegel buna “Geist” yani “Tin” diyor) geldiği devrimci bir ana da karşılık geliyor.
     Hegel’de işlenen biyografik malzeme tam da bu bağlamda, Hegelci düşüncenin özgün ve biricik görüntüsünü romantik deha nosyonunun ardına gizlemek yerine sosyolojik ve psikolojik açıklama modelleri ile geliştiriliyor. Tübingen’deki teoloji (ilahiyat) okulundan arkadaşları Hölderlin (1770-1843) ve Schelling (1775-1854) ile olan arkadaşlıkları, kendisini parasız ve depresif bir hâlde iken önce Jena’dan sonra da gazete editörlüğü yaptığı Bamberg’den kurtaran Niethammer (1766-1848) ile olan ilişkisi samimi, üretken entelektüel dostlukların öğretici hikâyesi olarak da okunabilir kuşkusuz. Ancak Pinkard’ın ustalıkla organize ettiği olay örgüsü içinde Hegel’in hep ricacı taraf olduğu bu dostluk ilişkileri, özellikle 1816’da Heidelberg’den gelen teklif ile en sonunda elde ettiği üniversite kadrosunun ardından hızla geriliyor ya da Hegel’in eski talepkâr günlerinin sıcaklığından uzaklaşıyor. Yine Pinkard’ın kurgusu içinde Hegel, 46 yaşında elde edebildiği maaşlı kadrosuna kekeme ve muğlak ders anlatımı yüzünden bu kadar geç kavuşuyor. Özellikle topluluk önünde konuşma güçlüğü çeken Hegel’in bu sorunun kaynağı olarak annesinin ölümü ardından geçirdiği ciddi hastalık sonucu yaşadığı konuşma güçlüğü ima ediliyor. Pinkard’ın çalışması bu tarz anekdotlar bağlamından hayli zengin.
Son olarak kitapta Hegel’in felsefi çalışmalarını açıklayan bölümlerin kendi içinde bir bütünlük taşıdığını da belirtelim. Hegelci düşüncenin spekülatif zorlukları ile uğraşmak istemeyen genel okur için bu beş bölümü atlamak herhangi bir okuma güçlüğü yaratmıyor. Ayrıca metnin son derece başarılı çevirisi girift Hegel kavramlarını olabildiğince nüfuz edilebilir kıldığından, bu bölümler de genel bir Hegel bilgisi için son derece elverişli. Kısacası Hegel, konuyla ilgilenenlerin kesinlikle kaçırmaması gereken bir başvuru eseri ve okurlarını bekliyor. Emeği geçen herkese teşekkürler.