7 Kasım 2013 Perşembe

"Sinan Çağı"na Dair



Zaman, zaman olur bu. Toplumsal bir olay meydana gelir ve o olayın uzmanları, televizyonların, gazetelerin pazar eklerinin, kısacası kamusal hayatımızın tartışma fetişleri haline gelirler. Jeologlar, siyaset bilimciler, sosyologlar örneğinde bunu sıkça yaşadık, yaşıyoruz. Aynı düzeyde olmasa da mimarlık da, özellikle İstanbul’u büyük bir “Ekümenopolis”e çevirecek (bilmem ki izlemeyen kaldı mı?) rant merkezli şehir talanı ile birlikte kamusal hayatımızın önemli tartışma alanlarından biri haline geldi. Ancak bir farkla ki, Gezi direnişi ile birlikte şehrin “decorum”una (“yaşama âdâbına) dair üretilen uzmanlık bilgisi, yani mimarî söylem; eo ipso bir muhalefet biçimi oldu ve direnişin de temel meşruiyetini sağladı. Uzman ile muhalifin bu neredeyse doğal söylemsel birlikteliğinin temel sebebi, İstanbul’un ve Türkiye’nin birçok şehrini büyük bir hızla dönüştürmeye uğraşan müteattihlik rejimidir. İlginç bir şekilde Koca Sinan’a da bolca atıf yapmayı pek seven bu kulesever müteattihler ve her şeyi bilir hâmileri, tam da Sinan’ın mimarbaşılığında idealini bulmuş İstanbul’a her yönden saldırıyorlar. İşte bu bağlamda, Harvard Üniversitesi Ağa Han İslâm Mimarisi Programı’nın direktörlüğünü yapan Gülru Necipoğlu’nun, ilk olarak 2005 yılında İngilizce yayımlanan abidevî çalışması Sinan Çağı: Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimarî Kültür’ün Eylül ayında yayımlanan (Gül Çağalı Güven’in yaptığı) Türkçe çevirisini, ilgili rejime karşı yapılan önemli bir muhalif çıkış olarak görmemek elde değil. Çünkü Necipoğlu’nun çalışması hem Sinan ve “gelenek” adıyla yapılanların neden yanlış olduğunu, hem de zannedilenin aksine, İstanbul’un ideal decorumunu belirleyen bu mimarî hamlenin, Sinan ya da Süleyman’nın failliğinden çok “mimarbaşı, hâmileri ve toplum arasında müzakere edilerek oluşan zımni kurallar”la denetlendiğini ortaya koyuyor.   
Necipoğlu’nun Pierre Bordiue’dan ödünçlediği “decorum” ya da “âdâb” (edebe uygun ve münâsib olma) çalışmasının anahtar kavramı. Sinan sorunsalının, onun hangi yapıya ne kadar katkı yaptığını belirlemeye yönelik bir pozitivizmle çözülemeyeceğini belirten Necipoğlu, “âdâb”a yaptığı vurgu ile Homeros, Nasreddin Hoca ya da Yunus Emre örneklerindekine benzer bir çözüm yolu öneriyor. Sinan’ın bu sözlü kültür figürlerinin çok ötesinde, kendi otobiyografisini yazdırıp yüzlerce yapıyı kendi eseri olarak sıralayan ve bu şekilde “modern Sinan kültü”nü de besleyen yaratıcı failliğini es geçmemekle birlikte Necipoğlu, daha girift ve aralarında Sinan’ın da olduğu imparatorluk elitlerinin merkeziyetçi ideolojisini yeniden üreten “birbiriyle bağlantılı temsili pratikleri”n rolüne dikkat çekiyor. Yazarın bu bağlamda Gelibolulu Mustafa Âli’nin âdâb hakkındaki kitaplarına atıfta bulunması boşuna değil. Sinan Çağı’nın üç bölümden oluşan “Klasik Dönemde Mimarî Himaye” başlıklı birinci kısmı, bu temsilî pratiklerin 16. yüzyıl erken modern Osmanlı İmparatorluğu’nda nasıl kodlandığını, İstanbul ve bânilerini merkeze alarak anlatıyor. Necipoğlu’na göre bu kodlar (ben ideoloji demeyi tercih ediyorum), “sımsıkı bir cendere teşkil etmektense, anlamlı evrilmeler ve manevralara izin vererek, resmî  kuralların özel ihtiraslarla bütünleşmesini mümkün kılıyor”. Doğu Roma’nın başkentini Müslümanlaştıran bu süreç, Ayasoyfayı merkezine alarak, Roma mirası ile de anlamlı bir diyaloğa giriyor.  Necipoğlu’na göre bir yerlerde sınırları olan (bilinen ama belirlenmesi zor) ama kırılgan ve yazılı olmayan, zımni bir mutabakata dayalı bu süreçte padişah ve onun mutlak otoritesi altında şekillenen oligarşik kul hiyerarşisi, bu dönem Osmanlı kimliğinin din, şehir / İstanbul ve cami merkezli olarak örgütlenmesini sağlıyor. Decorum / âdâb, kimin hangi büyüklükte bir cami yaptırabileceğinden, nereye yaptırabileceğine; ne tip bir yapı olabileceğinden, hangi malzemelerin kullanabileceğine kadar genişleyen karmaşık bir denetleme mekanizması ile çalışıyor. Linguistik bir bakışla, başta İstanbul olmak üzere Osmanlı şehirlerini karakterize eden bu “dil”, bânilerin ve Sinan’ın “söz”ü ile belirlenip, onların sözlerini şekillendiriyor.         
“Birey ve Kurum Olarak Mimarbaşı” başlıklı ikinci kısım ise iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde yarı evliya bir dehanın çağdaşları, ardılları ve kendisi tarafından üretilen imgesini yorumlayan Necipoğlu, ikinci bölümde mimarlar ocağının, gittikçe merkezîleşen imparatorluk yapısı içinde, Sinan ile birlikte gerçekleşen bürokratik kurumsallaşmasını açıklıyor. Sinan’ı hem bir birey, hem de hassa mimarlar ocağının başı olarak anlamlandıran Necipoğlu, bu kısımda onunla birlikte çalışan mimarlara da değinerek hem romantik “dahi” nosyonuna itibar etmiyor, hem de Mustafa Sâi Efendi’ye yazdırdığı otobiyografiler ve vakfiyesine ait belgeleri de kullanarak daha tarihselci bir yaklaşım sergiliyor. Necipoğlu ayrıca Sinan’ın otobiyografilerinde kendisi için tasarladığı mimar imgesinin, “aynı dönemde Rönesans İtalya’sında beliren sanatsal dâhi ve eskiyi yeniden yorumlayarak mükemmeleştiren mimarî evrim söylemlerin”den de esinlenebilmiş olabileceğini, böyle bir esinleme olmasa bile ilgili benzerliğin erken modern dönem tarihselliğinin bir sonucu olduğunu iddia etmekte.
Kendisi başlı başına bir kitap olarak yayımlanabilecek “Sinan’a Atfedilen Camiler ve Cami Külliyelerinin Yorumu” başlıklı üçüncü kısım ise 800 sayfalık Sinan Çağı’nın yaklaşık 425 sayfasını oluşturuyor. 11 bölümden oluşan bu kısımda Necipoğlu, Sinan araştırmalarının alışılagelen üslup kronolojisi yöntemi yerine, eserleri himaye düzeyine göre gruplandırıp, Süleymaniye’den “Sinan hakındaki monografilerden dışlanmış jenerik camiler”e kadar, otobiyografilerinde saydığı bütün yapıları tek tek inceliyor. Reha Güney’in çektiği fotoğraflar ve Arben N. Arpi’nin teknik çizimleri ile zenginleştirilen bu bölümlerde Necipoğlu I. Süleyman’dan Kasap Ustası Hacı Evhad’a kadar genişleyen banilerin Osmanlı elitleri arasındaki yeri, Sinan’la olan ilişkileri ve yaptırılan cami ya da külliyelerin baninin toplumsal durumu ile ilgisi hakkında önemli bilgiler sunuyor. Temel kaynakların vakfiyeler olduğu bu bölümlerde Necipoğlu, yorumlarını yapıları ortaya çıkaran maddi süreçlere ve elde edilen somut bilgiler yoluyla sağlanan geniş bir kronolojik perspektife dayandırıyor. Sonsöz olarak kaleme alınan “Sinan’ın Mirası” ise, Sultan Ahmet Camii sonrası tıkanan / değişen 17 ve 18. yüzyıl anıtsallık üretimini, Sinan sonrası bir bakış açısıyla değerlendiriyor.

Son olarak üzerine konuşulacak onlarca malzeme ve belge ile dolu bu temel koyucu çalışmanın, İstanbul’a kaba bir cehalet ve anlamsız bir büyüme hırsı ile saldıranlara ibret olmasını dilemek, bilmem ki fazla mı safderunca olur?