Zaman, zaman olur bu. Toplumsal bir olay meydana gelir
ve o olayın uzmanları, televizyonların, gazetelerin pazar eklerinin, kısacası
kamusal hayatımızın tartışma fetişleri haline gelirler. Jeologlar, siyaset
bilimciler, sosyologlar örneğinde bunu sıkça yaşadık, yaşıyoruz. Aynı düzeyde
olmasa da mimarlık da, özellikle İstanbul’u büyük bir “Ekümenopolis”e çevirecek
(bilmem ki izlemeyen kaldı mı?) rant merkezli şehir talanı ile birlikte kamusal
hayatımızın önemli tartışma alanlarından biri haline geldi. Ancak bir farkla
ki, Gezi direnişi ile birlikte şehrin “decorum”una (“yaşama âdâbına) dair
üretilen uzmanlık bilgisi, yani mimarî söylem; eo ipso bir muhalefet biçimi
oldu ve direnişin de temel meşruiyetini sağladı. Uzman ile muhalifin bu
neredeyse doğal söylemsel birlikteliğinin temel sebebi, İstanbul’un ve
Türkiye’nin birçok şehrini büyük bir hızla dönüştürmeye uğraşan müteattihlik
rejimidir. İlginç bir şekilde Koca Sinan’a da bolca atıf yapmayı pek seven bu
kulesever müteattihler ve her şeyi bilir hâmileri, tam da Sinan’ın
mimarbaşılığında idealini bulmuş İstanbul’a her yönden saldırıyorlar. İşte bu
bağlamda, Harvard Üniversitesi Ağa Han İslâm Mimarisi Programı’nın
direktörlüğünü yapan Gülru Necipoğlu’nun, ilk olarak 2005 yılında İngilizce yayımlanan
abidevî çalışması Sinan Çağı: Osmanlı
İmparatorluğu’nda Mimarî Kültür’ün Eylül ayında yayımlanan (Gül Çağalı
Güven’in yaptığı) Türkçe çevirisini, ilgili rejime karşı yapılan önemli bir
muhalif çıkış olarak görmemek elde değil. Çünkü Necipoğlu’nun çalışması hem
Sinan ve “gelenek” adıyla yapılanların neden yanlış olduğunu, hem de
zannedilenin aksine, İstanbul’un ideal decorumunu belirleyen bu mimarî
hamlenin, Sinan ya da Süleyman’nın failliğinden çok “mimarbaşı, hâmileri ve
toplum arasında müzakere edilerek oluşan zımni kurallar”la denetlendiğini ortaya
koyuyor.
Necipoğlu’nun Pierre Bordiue’dan ödünçlediği “decorum”
ya da “âdâb” (edebe uygun ve münâsib olma) çalışmasının anahtar kavramı. Sinan
sorunsalının, onun hangi yapıya ne kadar katkı yaptığını belirlemeye yönelik
bir pozitivizmle çözülemeyeceğini belirten Necipoğlu, “âdâb”a yaptığı vurgu ile
Homeros, Nasreddin Hoca ya da Yunus Emre örneklerindekine benzer bir çözüm yolu
öneriyor. Sinan’ın bu sözlü kültür figürlerinin çok ötesinde, kendi
otobiyografisini yazdırıp yüzlerce yapıyı kendi eseri olarak sıralayan ve bu
şekilde “modern Sinan kültü”nü de besleyen yaratıcı failliğini es geçmemekle
birlikte Necipoğlu, daha girift ve aralarında Sinan’ın da olduğu imparatorluk
elitlerinin merkeziyetçi ideolojisini yeniden üreten “birbiriyle bağlantılı
temsili pratikleri”n rolüne dikkat çekiyor. Yazarın bu bağlamda Gelibolulu
Mustafa Âli’nin âdâb hakkındaki kitaplarına atıfta bulunması boşuna değil. Sinan Çağı’nın üç bölümden oluşan
“Klasik Dönemde Mimarî Himaye” başlıklı birinci kısmı, bu temsilî pratiklerin
16. yüzyıl erken modern Osmanlı İmparatorluğu’nda nasıl kodlandığını, İstanbul
ve bânilerini merkeze alarak anlatıyor. Necipoğlu’na göre bu kodlar (ben
ideoloji demeyi tercih ediyorum), “sımsıkı bir cendere teşkil etmektense,
anlamlı evrilmeler ve manevralara izin vererek, resmî kuralların özel ihtiraslarla bütünleşmesini
mümkün kılıyor”. Doğu Roma’nın başkentini Müslümanlaştıran bu süreç, Ayasoyfayı
merkezine alarak, Roma mirası ile de anlamlı bir diyaloğa giriyor. Necipoğlu’na göre bir yerlerde sınırları olan
(bilinen ama belirlenmesi zor) ama kırılgan ve yazılı olmayan, zımni bir mutabakata
dayalı bu süreçte padişah ve onun mutlak otoritesi altında şekillenen oligarşik
kul hiyerarşisi, bu dönem Osmanlı kimliğinin din, şehir / İstanbul ve cami
merkezli olarak örgütlenmesini sağlıyor. Decorum / âdâb, kimin hangi büyüklükte
bir cami yaptırabileceğinden, nereye yaptırabileceğine; ne tip bir yapı
olabileceğinden, hangi malzemelerin kullanabileceğine kadar genişleyen karmaşık
bir denetleme mekanizması ile çalışıyor. Linguistik bir bakışla, başta İstanbul
olmak üzere Osmanlı şehirlerini karakterize eden bu “dil”, bânilerin ve
Sinan’ın “söz”ü ile belirlenip, onların sözlerini şekillendiriyor.
“Birey ve Kurum Olarak Mimarbaşı” başlıklı ikinci
kısım ise iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde yarı evliya bir dehanın
çağdaşları, ardılları ve kendisi tarafından üretilen imgesini yorumlayan Necipoğlu,
ikinci bölümde mimarlar ocağının, gittikçe merkezîleşen imparatorluk yapısı
içinde, Sinan ile birlikte gerçekleşen bürokratik kurumsallaşmasını açıklıyor. Sinan’ı
hem bir birey, hem de hassa mimarlar ocağının başı olarak anlamlandıran
Necipoğlu, bu kısımda onunla birlikte çalışan mimarlara da değinerek hem
romantik “dahi” nosyonuna itibar etmiyor, hem de Mustafa Sâi Efendi’ye
yazdırdığı otobiyografiler ve vakfiyesine ait belgeleri de kullanarak daha
tarihselci bir yaklaşım sergiliyor. Necipoğlu ayrıca Sinan’ın
otobiyografilerinde kendisi için tasarladığı mimar imgesinin, “aynı dönemde
Rönesans İtalya’sında beliren sanatsal dâhi ve eskiyi yeniden yorumlayarak
mükemmeleştiren mimarî evrim söylemlerin”den de esinlenebilmiş olabileceğini,
böyle bir esinleme olmasa bile ilgili benzerliğin erken modern dönem
tarihselliğinin bir sonucu olduğunu iddia etmekte.
Kendisi başlı başına bir kitap olarak yayımlanabilecek
“Sinan’a Atfedilen Camiler ve Cami Külliyelerinin Yorumu” başlıklı üçüncü kısım
ise 800 sayfalık Sinan Çağı’nın yaklaşık
425 sayfasını oluşturuyor. 11 bölümden oluşan bu kısımda Necipoğlu, Sinan
araştırmalarının alışılagelen üslup kronolojisi yöntemi yerine, eserleri himaye
düzeyine göre gruplandırıp, Süleymaniye’den “Sinan hakındaki monografilerden
dışlanmış jenerik camiler”e kadar, otobiyografilerinde saydığı bütün yapıları
tek tek inceliyor. Reha Güney’in çektiği fotoğraflar ve Arben N. Arpi’nin
teknik çizimleri ile zenginleştirilen bu bölümlerde Necipoğlu I. Süleyman’dan
Kasap Ustası Hacı Evhad’a kadar genişleyen banilerin Osmanlı elitleri
arasındaki yeri, Sinan’la olan ilişkileri ve yaptırılan cami ya da külliyelerin
baninin toplumsal durumu ile ilgisi hakkında önemli bilgiler sunuyor. Temel
kaynakların vakfiyeler olduğu bu bölümlerde Necipoğlu, yorumlarını yapıları
ortaya çıkaran maddi süreçlere ve elde edilen somut bilgiler yoluyla sağlanan
geniş bir kronolojik perspektife dayandırıyor. Sonsöz olarak kaleme alınan
“Sinan’ın Mirası” ise, Sultan Ahmet Camii sonrası tıkanan / değişen 17 ve 18. yüzyıl
anıtsallık üretimini, Sinan sonrası bir bakış açısıyla değerlendiriyor.
Son olarak üzerine konuşulacak onlarca malzeme ve
belge ile dolu bu temel koyucu çalışmanın, İstanbul’a kaba bir cehalet ve
anlamsız bir büyüme hırsı ile saldıranlara ibret olmasını dilemek, bilmem ki
fazla mı safderunca olur?