10 Ocak 2008 Perşembe

15. ve 16. yüzyılda Topkapı Sarayı: Mimarî, Tören ve İktidar

Gülru Necipoğlu. Çev. Ruşen Sezer. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2007.

(Toplumsal Tarih'in 161. sayısında yayımlanmıştır.)

Osmanlı Devleti, 29 Mayıs 1453’te ikinci Roma (Bizans) Konstantiniyye’nin fethiyle birlikte imparatorluk iddiası taşımaya başlar. Fetihle birlikte kendisini iki denizin ve iki kıtanın sultanı ilan eden II. Mehmed, bu iddiayı şahsında cisimleştirerek, devletin yönetim ve iktidar anlayışında radikal değişiklikler yapar. Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Kampüsü’nde kurulmuş Eski Saray’ın tazeliğine rağmen, yıkık durumdaki Bizans Akrolopünün yerine imparatorluğunun Yeni Saray’ının yapılması için emir verir. “Karadeniz ve Akdeniz’in kavşağı’nda suya uzanan ve ‘berreyn ü bahreyne müşrif, yani iki kıt’a ve iki denizi gören” (37) bu yeni emperyal sarayın teşrifat düzenini ve mimarî söylemini ise birinci tekil şahısla yazdığı “Kanunname” ile düzenler. Bugün Topkapı Sarayı Müzesi adıyla eski zaman emanetçiliğini ifşa eden Yeni Saray ve onun emperyal düzeni, Roma’nın varisi olarak 250 yıla yakın Avrupa siyasetine yön verir. Harvard Üniversitesi Sanat ve Mimarî Tarihi bölümünde İslâm mimarîsi profosörü olarak çalışan Gülru Necipoğlu’nun, yine aynı üniversitede 1986 yılında tamamladığı doktora tezine dayanan çalışması 15. ve 16. yüzyılda Topkapı Sarayı: Mimarî, Tören ve İktidar, işte bu Yeni Saray’ın imparatorluğun iktidar sahnesi olarak nasıl kurgulandığını, sarayı oluşturan yapıların sade ve alçakgönüllü görünen aslında çok karmaşık ve görkemli olan mimarî söylemini, Türkçe (Osmanlıca), İngilizce, İtalyanca, Fransızca, Latince, Farsça ve Arapça birincil kaynaklarla çözümleyerek açık bir şekilde ortaya koyuyor. İngilizce baskısından 16 yıl sonra, Ruşen Sezer’in çevirisiyle yayımlanan 15. ve 16. yüzyılda Topkapı Sarayı’nın diğer önemli bir yönü ise, oryantalist tarih yazımının kesin bir Doğu-Batı ayrımına dayanan egzotik klişelerini çok ciddi bir şekilde sorgulaması.

“Giriş” hariç 11 bölümden oluşan kitabın ilk bölümü daha çok sarayın tarihi üzerinde duruyor. “Yeni Saray’ın İnşaat Süreci ve Teşrifat Kurallarının Belirlenmesi” başlığı taşıyan bu bölümde yazar, sarayın Fatih’in sıkı gözetimiyle ve müdaheleleriyle hızlı bir şekilde ilerleyen inşaat sürecini anlatırken, saray inşaatıyla paralel bir şekilde ilerleyen Fatih Camii külliyesini de hatırlatarak, bu iki külliyenin taşıdıkları simgesel anlamlarla İstanbul’da yeni bir tarih ve egemenliğin başladığını nasıl ilan ettiklerini gösteriyor. Bu bağlamda Fatih’in kendisini iki kıtanın ve denizin imparatoru olarak ilan etmesi farklı mimarî söylemlerle şehrin iki önemli noktasında sahnelenmiş oluyor. Necipoğlu’nun da belirttiği gibi “Sultanın külliyesindeki iki medreseye sonraları Karadeniz ve Akdeniz adının verilmesi” (37) yine bu bağlamda hiç de şaşırtıcı değil. Bir diğer şaşırtıcı olmayan olgu ise, imparatorluğun en kudretli kanun düzenleyicisi olarak “Kanunî” ünvanını alan I. Süleyman’ın saray teşrifatını ve mimarîsini geliştirmesi. Fatih’in “Kanunname”sinin özüne dokunmadan sarayın iktidar ve adalet üzerine kurulu emperyal söylemini daha da sıkı ve gösterişli bir şekilde yeniden düzenleyen Sultan Süleyman, Eski Saray’ın arazisinin bir bölümü içinde, şehre daha hakim bir tepeye, yine Fatih gibi ve onun külliyesine benzer bir külliye yapıtırarak İstanbul’un bu yeni tarihini ve onun sürekliliğini tekrar vurgular. Ve tabii ki başmimar Sinan’ın elinden, daha görkemli ve daha emperyal bir dille: Süleymaniye!

Sonraki bölümlerin yapılandırılışını ise Necipoğlu şöyle anlatıyor: “[Bu] bölümlerde yapılarının adım adım gezilmesini sağlayan bir geçit töreni yolculuğuyla sarayın estetik ve törensel etkisi yeniden canlandırılmaya çalışılıyor. [....] Sarayda yaşamış ya da törenlere katılmış yerli ve yabancı gözlemcilerin anlattıklarının yardımı ile saray külliyesinde yapılan bu gezintinin sonunda, onun kamusalla özel, dış ile iç, erkekle kadın ve sultana ait olanla olmayan arasında çok kesin çekilmiş sınırlarla belirlenen mimarîsinin daha iyi anlaşıması umulmaktadır” (24). Bu yazıya sığmayacak ayrıntı ve bilgi bolluğu içeren saray avlu, bahçe ve binalarının anlatıldığı bu 9 bölüm içinde özellikle ikinci avlunun ve devlet teşrifatının anlatıldığı üçüncü bölüm biraz daha dikkat çekici. Sultan dışında kimsenin atlı olarak geçemediği ve attan da teşrifattaki önemine göre yakın ya da daha uzak bir mesafede indirildiği, konuşma yasağının kısmen başladığı Orta Kapı, Frenk tarzı kuleleri ile ikinci avluyu birincisinden ayırır. İkinci avlu tarafında geniş bir revakla bitişik olarak çok farklı bir görüntü sergileyen Orta Kapı’nın birinci avluya bakan abidevi ve güçlü görüntüsü, sultanın ve imparatorluğun gücünü anlatan mimarî bir söylemi içerir. Elçi kabullerinin, divan toplantılarının, cülus (tahta çıkma) ve bayram törenlerinin yapıldığı ikinci avlunun hizmet birimleri ve yapıları da buna uygun bir şekilde tasarlanmıştır. Revaklı girişin hemen sağ tarafındaki cellat çeşmesi ve avlunun diğer çapraz ucundan çeşmeyi de görecek şekide yükselen Adalet Kulesi, adaletin olduğu kadar, egemenliğin ve gücün de simgesi olarak avluya girenleri çok açık bir mesajla karşılar. Devam eden taş döşeli yolun sonunda ise üçüncü avluya açılan yine geniş ve otağ-ı hümayunu andıran revakıyla Bâbü’s-sa’âde bulunmaktadır. Necipoğlu’nun zaman zaman vurguladağı önemli bir nokta sultanların iki sefer arası dinlenmek ve hükümet etmek için kullandıkları sarayın, devlet teşrifatının ve bürokrasinin çalıştığı bu bölümünün sabit bir ordugâh gibi kurulduğudur. İki kapıya bitişik geniş revaklar, önceleri avluya açık bir şekilde toplanan divan ve avlunun sağ tarafında sıra sıra kubbe ve bacalarıyla uzanan saray mutfakları bu algıyı kuvvetlendirir. Çünkü “iki yapılanma arasındaki benzerlik tesadüfi değildi; Sultanın hem ordugâhı, hem de sarayı imparatorluk gücünün simgeleri olarak algılanırdı” (304). Bu arada saray mutfaklarının devlet teşrifatının bir parçası olarak ikinci avluda bulunması, zengin Osmanlı mutfağının dış dünyayı etkileyen bir diğer güç simgesi olarak nasıl kullanıldığına da işaret etmektedir. Aynı zamanda sonuç bölümü de olan onbirinci bölümde yazar “efsanevî, İslamî Türk-Moğol, Roma-Bizans ve İtalyan Rönesans saray geleneklerinin geniş çerçevesi içinde Topkapı Sarayı’nın imparatorluk ikonografisini” (24) yorumlayarak çalışmasını sonlandırır. Avrupa / Asya, Müslüman / Hristiyan saray gelenekleri ve mimarîleri arasındaki geçişkenliklerin açık bir şekilde ortaya konulduğu bu bölümde, Avrupa merkezci, oryantalist tarih yazımının önemli birçok savı da çürütülmüş olur.

Alanının temel yapıtlarından biri olarak değerlendirilebilecek 15. ve 16. Yüzyılda Topkapı Sarayı’nın, en önemli sorunu ise zengin minyatür, gravür ve mimarî çizim kaynaklarına rağmen, sarayın birimlerinin ve avlularının güncel fotoğraflarının eksik kalmış olması. Jonathan M. Bloom’un, “Mediteranian Architecture and Urbanism” başlıklı tanıtım yazısında da belirttiği gibi, bu etkileyici çalışmada saraya dair belki de tek eksik, sarayın kendisi.

Hiç yorum yok: