15 Temmuz 2015 Çarşamba

"Evren ve Oyuncak Arasındaki Uzayda..."*

“There is no other day/ Let’s try it another way/ You’ll lose your mind and play/ Free games for may/ See Emily play.” Pink Floyd’un, Syd Barrett günlerinden emanet, 1967 tarihli single’ı See Emily Play, bildiğimiz ciddi, “progressive” Floyd müziğinden evvel; naif, alaycı ama tekinsiz ve bu yüzden de tipik bir Barrett şarkısıdır. Emily adındaki bir kızın kabaca “dünyada oluş”unu oyun içinden anlatan şarkı, dinleyici bu haybeye çabalamanın anlaşılabilmesi için dışarıdan bir tanıklığa değil, oyuna iştirak etmeye çağırır ki “görmek” ve “oynamak” bu sayede hem dinleyici hem de Emily için eşitlenmiş olur. Bu kızın uyuşturucu etkisi altındaki Barrett’in “gördüğü” bir halüsinasyon ya da UFO Club’da Floyd müziği ile “kendinden geçen” Emily Young olması, şarkıda (yani müzikte) oyun olarak anlatılan dünyanın karakteristiğini değiştirmeyecektir. Ancak Barrett şarkıyı farz-ı muhal “aman sabahlar olmasın olmasın Emily” diye yazsaydı, şarkının karakteristiği değişecek, Emily sonlu bir varoluşun “içinde”, sabahla gelecek başka dünya-içi fenomenlerin “kaygısında”, oyununun içine kapanmışlığıyla “betimlenecek”ti. Ancak bizi oynayıp Emily’i görmeye ve Emily’i de görüp oynamaya çağıran Pink Floyd’un müziği, “insani oyunun kavrayan bir yorumunun hâlihazırda coşkun dünya-açıklığını [kozmopolitliğini] gerektirdiği[ni], yani karanlık da olsa bir dünya bilgisi etrafında hareket etmek zorunda olduğu[nu]” anlatmaktadır sanki diye düşünüyorum. Başka bir deyişle Eugen Fink’in (1905-75), Bir Dünya Sembolü Olarak Oyun’unu okurken düşüncem, See Emily Play fenomenine doğru “böyle” gelişti.
Oyun-dünya-sembol
Kant sonrası fenomenolojinin kurucusu Edmund Husserl’in (1859-1938) öğrencisi ve son on yıldaki çalışmalarının ortağı, Martin Heidegger’in (1889-1976) sıkı bir takipçisi olan Eugen Fink için oyun, onun “kozmolojik formül”ü için kilit önemdedir ki 1960 tarihli kitabın başlığı da bu formülasyonla doğrudan ilgilidir: “Formülasyon sade bir yolla şunu der: ‘Oyun’ ‘dünya’ ile ilgilidir (yani, ne dünya ile özdeştir ne de ondan tamamen farklıdır); bu ilgi de ‘sembol’ kipindedir. Oyun-dünya-sembol, öncelikle, bir bağıntının üç bilinmeyenidir; bu bağıntı bağıntı olarak, formülün özünü oluşturur. Fink’e göre oyun, yaşamın gerçek ciddiyeti karşısında bir “kenar fenomen”i olarak kavranıp, bunaldıkça yapılan çocuksu ya da rahatlatıcı bir insan eylemi gibi anlaşılmamalıdır. “Ciddiyet ile ciddiyetsizlik arasına çekilen sınır, oyun ile oyunsal-olmayan varoluş tutumu arasındaki ayrımla ötüşmez.”
Oyunun dünya-içi bir fenomen olarak kavranmasıyla örtülen daha derin anlamı, var olan olarak insanın, varoluşun bütünü olarak dünyayı anlamaya yönelen coşkun yayılımını işaret eder. Fink’e göre yaşadığımız dünyadaki doğrudan şeylere yönelik gündelik yer tanımlamalarını bilimsel “konum belirlemeler”le yükseltsek bile (oturduğumuz ev yerine güneş sistemini koymak gibi) dünyanın kendisini kazanmış olmaz, sadece daha büyük bir “dünya-içi evren” kazanmış oluruz. Heidegger’i takip ederek Sokrates öncesi filozofların dünya ile diyalog halindeki “karanlık sözlerine” yönelen Fink, insanın Platon sonrası Batı metafiziğinde, Tanrı ile hayvan arasında belirsizleşen Kentauorosvari (mutlak bilginin kaynağı Tanrı’ya yönelme isteği ile hayvani ihtiyaçların belirlediği arzu, kızgınlık ve öfkenin bir arada olması) konumuna itiraz eder. “Dünyanın akışı, oyun taşlarını ileri geri süren, oyun oynayan bir çocuktur, çocuğun bir krallığıdır” diyen Herakles’in dünyanın akışını “oyun oynayan çocuk”a benzetmesi, Fink’e göre insanın, dünya-içi diğer şeylerin dengeli kapanıklığının aksine, “kozmosu donatan, şeylerin değişim ve gidişini düzenleyen o her şeyi getiren ve her şeyi alan temel güce karşı anlayan bir tutum içinde” olmasından kaynaklanır. Kısacası insanın ontolojik konumu, Tanrı ile hayvan arasında olmak bir yana, şiirsel (poetik) gücü dünyanın oyununda temellenen Tanrısallığın dünya-ilişkisiyle benzeşir. Beşerî oyunun önsel kategorilere direnen kavramsal zorluğu, dünya-içi bir fenomen olmasında değil, insanın dünyada-olmasını dolayımlamasındandır. Ancak fenomenolojinin dil öncesine dayanan varlık tasavvuru, Fink’in oyun kozmolojisi için de aynı ikna sorunlarını yaratmaktadır.
Bir Dünya Sembolü Olarak Oyun iyi çevrilmiş bir temel felsefe yapıtı olmasının yanında, Eugen Fink’in de Türkçeye çevrilen ilk kitabı; üstelik de kitap henüz İngilizceye çevrilmiş değil. Fenomenoloji ile ilgilenenlerin kaçırmaması gerekir.  
    *Rilke, “IV. Duino Ağıtı”

Hiç yorum yok: